Kimsenin birbirine
bir sey demediği,
Ziyadesiyle hiç bir
diyaloğun olmadığı anlar
Ve o anların
sessizliği üzerine gergin bir duruşum var.
Çünkü zembereği boşa
dönüyor aramızdaki zamanın.
Çünkü o zamanda
depremler oluyor ruhumun köşelerinde.
Ve enkaz altında
kalıyor birileri,
Birileriyse burnu
bile kanamadan çıkıyor o enkazdan.
Ama bir ben kalkıp
gidemiyorum işte içimden,
Bir ben, hala
başlangıçta olduğum yerdeyim.
Gidenleri ve
kalanları hepiniz bilirsiniz tabi ki,
Ama size hiç
bilmediğiniz bir şeyden bahsedeceğim şimdi.
Her gidenin içimizde
bıraktığı o kırlangıçtan.
Evet kırlangıç.
Göğüs kafesimizi
boşaltıp yuva yapmaya çalışan,
Zehre yakışır bir
kırlangıç hem de.
Ama kanatları kırık
artık o kırlangıçın,
Ve içimizde yarattığı
o tahribatta kendini iyileştiremediği sürece
Bir daha asla
gökyüzünü göremeyecek.
İnsanlara da fazla
görünmüyor artık, ki öldüğüne inansınlar.
Peki bunu o
kırlangıça neden yapıyorsunuz?
Size soruyorum
gidenler,
Biliyorum ki bir
kulağınız hep geride ve bizi duyuyorsunuz.
Bırakın nolur kalsın!
Bırakın kalsın meyve
ağaçta, kırlangıç havada
Ya da bir tarlada.
Bakın sevgili Edip
Cansever de ne güzel söylemiş;
''Kırlangıç tarlaya yaslanmış,
buğday giyinmiş duruyor.
Tuğla yüklü bir araba geçiyor
yoldan,
Göğsünde kırlangıcın,
tuğlaların iniltisi.''
Diyeceğim o ki;
Kırlangıç o tuğlayı
taşıyamaz.
Ona kendi gözyaşları
bile ağır.
Çünkü;
Kırlangıç ağlarsa
ölür.